29 Eylül 2009 Salı

Tüm Sözler Seninse Sessizlik Benim

Cem adrian'ı kıskanmadım değil hani, biraz da o yüzden bu yazı. Böyle sözleri yazabilme hevesimden. Belki zaman zaman yapıyorum, arada çıkarıyor olabilirim ama ben kendi kelimelerimde böyle bir ruhaniyet, böyle bir etkileşim yaratamıyorum... Yakışıyor gecelere...

Cem adrian için yazmışım itü sözlükte:
tanımı aslında çok kısa: (bkz: karanlık)
tadı ise çok bilindik: (bkz: melankoli)
kokusu ise her yerde var zaten: (bkz: yağmur)
hissetirdikleri ise sık sık yaşanıyor zaten: (bkz: ne hissettiğini bilemeyip garip bir haldeyim demek)


"ve her gözyaşının altında bir dua kimsenin duymadığı..."

etkiledi beni bu adam. bu söz, tek başına siz nasıl bir ruh halinde iseniz oraya kayar elbet ama şarkı içinde bambaşka. yani bana göre tabi... sağolsun, bir yazı yazdırdı bana, kimsenin duymadığı bir yazı... tıpkı duaları sadece tanrının duyması gibi, yazı da duyması gerekene gitti...

"Yağmur gecenin karanlığını gökten söküp atarken
rüzgar bulut bulutlarınla beyaz şimşekler çakarken
uykusundan uyanmış çocuklar korkmuşlar ağlarlarken
içlerinden biri neden tanrı çok mu üzgün ki derken
göç yollarında kuşlar kaybolmuş ölürlerken
bir deniz kıyısında bir adam hala onu sayıklarken"

ya buna ne demeli?. "tanrı çok mu üzgün", yoksa "onu sayıklarken" mi... kaybolup ölen kuşlar mı...

bende istiyorum bundan bir tane.

"sokaklarda yanımda dolaşan yağmur
geceleri başucumda duran yağmur
avucumda ellerin yerine yağmur
vur yüzüme vur yüzüme"

hele bu halimde, bu şekilde bir cezalandırma... avucumda ellerin olsun ama. gerekirse o eller vursun yüzüme yüzüme... dursun geceleri başucumda...

bir özürdilemedir bu aslında,
şarkıların altında,
yağmurun tadıyla,
sedasız bir özür...
sedası kayıp bir özür...

tüm sözler senin ya da değil ama "sessizlik" benim burda...

22 Eylül 2009 Salı

Championship Manager 2010

2008'den sonra 2009'u boş geçip sıfırdan yarattı eidos bu oyunu ve gerçekten cm2008 faciasından sonra muhteşem olmuş. hele türkçe olması... kelimeler yetmiyor işte anlatmaya.

öncelikle antrenman ve taktik kısımlarına saatler dökmeden kesinlikle doğru düzgün bir halt yenemiyor. hele de o duran top ayarları resmen işkence sayılabilir bazılarımız için ama bir kere yapıyor ve daha sonra keyfini sürüyorsunuz. örneğin yaptığım korner taktiği pek tutmamış olsa da serbest vuruç taktiğim öyle güzel oturdu ki "ve top ağlarda goooolll" diye sevinebiliyorum bilgisayar başında.
mesela sağlam bir taktik yapmak için en az 3 saat harcıyorsunuz. ama o 3 saat sonunda kurduğum takım 12 inci haftada hala 12'de 12 galibiyet ile oynuyor ligde, şampiyonlar liginde ise 1 yenilgisi var 4 maçta... daha ne olsun usta?


ayrıca diğer takımların maç saatleri geldiğinde bir hayli uzun bekleme süresi var ki bu her menejerlikte olağan bir durum, ama bu beklemenin bir engeli yok. o ara zamanın ilerlemesi dışında her halt yapılabiliyor gene de zaman dilimleri özellikle her gün saat 08.00 ve 23.00'da bir duraklıyor. uzunca beklettikten sonra hızla yarım saatlik ilermeleye giriyor. Bu konuda FM biraz daha iyiydi diye hatırlıyorum. en azından daha hızlı ve daha basit geliyordu bana.

"medya" olayı pek hoş olmuş oyunda. gazetelerde çıkan haberler ve manşetler bazen çok güzel gelebiliyor göze. ayrıca tüm futbol dünyasını gazetelerden takip edip, transferler, sakatlıklar, kupalar ve daha bir çok şeyi rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. gazetelere abonelik de var böylece gelen kutunuza düşüyor o haberler falan... "four four two" gibi bir kaç futbol dergisi ve gazetesinin anlaşmaları da sanırım bu konuda etkili.

Oyuna başlarken oyundaki liglerin logolarının da bulunduğu sayfada TFF'yi görüyoruz. Açılırken "aha lan, türk takımlarının da logoları falan vardır şimdi" diye heyecanla açıyoruz, ama yok... Bunu hala anlayabilmiş değilim. TFF var madem, bari türkiye milli takımına logoyu atsalarmış. Artık bir sonraki ayın database'ine koyarlar.

şu an için temmuz ve eylül database'leri mevcut ve oyunun sitesinden ücretsiz indiriyorsunuz. Ben eylülü yükledim mesela. Eylül ayına ait transferler ve olan biten dışında, oyundaki bazı eksiklikleri de kapattıklarını söylüyorlar. o yüzden ekim-kasım artık hangisinde gelirse yeni veriler, o zaman göreceğiz gelişmeleri. Bu güzel bir artıdır. oyun kendini sık sık yeniliyor.

internette oyunun "skin"leri de mevcut 1-2 deneme yaptım, nvidia ekran kartı (geforce 6200 go) sorun yok, ancak ati radeon 9200 serisinde sorun yarattı. Skinler maçlar sırasında sorun çıkartabiliyor. dikkatli olmak lazım. Maçların 3 boyulu olması hoş bir durum, ancak ekran kartı sorunları yaratabiliyor olması pek de iyi değil. Alışmışız menejerlikleri rahat rahat oynamaya. Bizden sağlam ve ciddi bir sistem gereksinimi istememesi lazım. Bu oyun da istemiyor ama olursa da iyi olur diyor...

xp üzerinden oynadığımı söyleyip yaklaşık olarak 400 küsürlük bir ram'den yeme bölümü var. CPU'ya fazla yüklenmediği için rahat rahat aynı anda msn-internet-müzik takılabiliyorsunuz fakat 3boyut maçlar geldiği vakit yavaşlamalar sözkonusu 1024 ram'li bir makinede. Bunlara dikkat...

her şeye rağmen oynayın derim ben. başta dediğim gibi Cm2008 faciasından sonra çok sağlam dönmüşler. FM'nin yanına yanaşmışlar en azından. En kötü ihtimalle de 23 ekimde fm 2010 çıkana kadar rahat rahat oynayabiliriz...

9 Haziran 2009 Salı

Sabah Temizliği

sabah erkenden uyanmış, anne ve babası uyurkan koşmuştu sessizce salona. Parmak ucunda yürümeyi öğrendi öğreneli, sabahları anne-babayı rahatsız etmemeyi görev edinmişti kendisine.
küçük elleri kocaman televizyonun aletini alıp, her sabah izlediği çizgi filmi açmıştı gene. Ancak bu sabah bir fark vardı diğer sabahlara göre. Aleti bırakıp, mutfağa koşup, lavabonun önünde duran bulaşık bezini kapıp koşuyordu gene salona. televizyonda her sabah sıkılmadan izlediği, tekrar bölümleri bol bol dönen çizgi filmini izlemeden temizliğe koyulmuştu birden. Anneye yardım mı yoksa anneye özenmek ki tam kestiremiyordu insanoğlu bu durumu ama, küçük kızın bu temizlik aşkı ve yardımını salonun kapısından gizli gizli izleyen anne ve babasında tarif edilemez bir mutluluk dolduruyordu. Kız önce televizyonun çevresini silip, sonra kanepelerin ortasında bulunan sehpaları silmeye başlamıştı. Annesi, babaya "bak şimdi bibloyu kıracak" diye tedirgin şekilde söylense de, tıpkı baba gibi kıpırdamadan izliyordu o da.
Ve kız aşklarını kapıda farkettiğinde tiz ve inanılmaz sevimli olan ses tonu ile gülerek onlara koşup, heyecanla "temizledim ben buraları, girmeyin şimdi" diyordu. Tıpkı annesi... temizlediği yere bir süre sokmuyordu kimseyi kirlenecek diye.
Babası aldı onu kucağına ve gıdıklamaya başladı. Kız kahkalardan boğulurken, anne de babaya saldırıyordu kızını kurtarmak için. Ama kimse küçük kız izin verene kadar salona girmiyordu...

5 Haziran 2009 Cuma

Sabah Olsa Ne Olacak ki?

Bir dilim ekmeği ve bir miktar peyniri vardı kahvaltı sofrasında. Sabahın mahmurluğu ile üzerinde bir ağırlık varken gelen ve daha da ağırlaştıran haberler ile dolu bir gazeteye bakıyordu pek de anlamadan yazılanları. Manşetlerden bir anda geçen gözleri ve manşetlerden ibaret olan yaşantıları tadıyordu her ısırığında peynir-ekmek karışımından. 
Çayını yudumlamaya başlamıştı camdan güneş içeri yavaş yavaş akarken. Parçalı bulutlu, yer yer yağışlı bir hava durumu izlemişti akşam televizyonda ve anlaşılan o yer yer dışında bir yerlerdeydi bugün. Paramparça bulutlar vardı üzerinde o kadar. Birleşip, benzetilecek şekiller oluşturacaklarına, bölünüp yok oluyorlardı. Yer yer yağmura dönüşüp, dört mevsim huysuz olan insanların üzerlerine yağıyorlardı.

1 Haziran 2009 Pazartesi

BEŞİKTAŞK!!

Anlatılmaz yaşanır denilesi bir durum. ŞAMPİYONLUK BİZİM, KUPA BİZİM!
Bekledik bekledik ve buna değdi. 
Cumartesi akşamı bağdat caddesinde biraz olay olsa da kutladık şampiyonluğumuzu beşiktaşımızın. Siyaha ve beyaza bürüdük her yanı. 
Ve asıl kutlama. Pazar akşamı, inönü stadında muhteşem bir şölen vardı. Beşiktaş Taraftarı olmak kolay değil ve bulunduğumuz yerin farkında olarak, namımıza yaraşır bir şölen sunduk yine. Takımımızın bize verdiği iki kupa sevincine inönüyü cehenneme çevirip, dünyaya gösterdik yeniden şampiyonluk kutlamasının nasıl yapılması gerektiğini.

Tezahüratlar, şarkılar ve SİYAH-BEYAZ... 
Ne sesim kaldı, ne ağrımayan bir yerim var. 
Ama işte bu BEŞİKTAŞK!!

19 Mayıs 2009 Salı

Ellerini Tuttum

Uyku olmaz böyle anlarda, gelmez, gelse de beden "pes" diyene kadar alamaz kontrolü eline.
Soğuk olur böyle geceler, yorganın altı bile ısıtmaz, ancak sızınca birşeyler meydana gelir ama ne önemi var.
Hüzünlüdür böyle anlar, ertesi sabah belki geçer ama ya sabaha kadar sürecek olan saatler?
Yalnızdır böyle dakikalar, nerde olursa olsun, ne şekilde olursa olsun. Yanında olmak gerekir ki zıttı olsun.
Korku doludur böyle zamanlar, korkunan başa gelmesinden bile korkulur, korktukça korku körüklenir. Bir garip döngüye girilir. Çaresizlik hissetirir. Çocukmuşsunuz gibi. Muhtaç...
Sıkıcıdır işte böylesine yazılar. Yazanda bir sıkkınlık, okuyanda da bir sıkkınlık olur. Geçer... Okuyanda beş dakika, yazanda bir kaç saatlik etkileşimi olur. 

Seven, özür de dilemesini bilmeli hata yaptığında. Zaten istemeden olur ya bu hatalar, istemeden oldu demeye lüzum aslında yoktur da. İsteyerek yapan zaten sevmez. neyse; ama işte bu "istemeden"ler artınca da fena oluyor. Bence fena, fenalarda... 
Üzgün olunuyor işte, düşüncesizliğin bedeli ağır hissediliyor. 

ha birde belki gerekli, belki gereksiz bir bilgi: ağlamak gözleri güzelleştirirmiş. 

17 Mayıs 2009 Pazar

HYZ 102 - (Hayatta Yaza Giriş)

Kocaman harfler ile "BİTSE DE GİTSEK" yazsam bile yeterli gibi hissettim birden. Böyle bir darlanma, bir sıcaklama, bir sıkışma... 

rahmetli babaannem aklıma geldi birden, kardeşime "pırt yap geçer" demişti bir zamanlar, ama geçmiyor bu sıkışma tabi, farklı ne de olsa.
Ama geçecek. Geçirteceğim...

Hayat; eğlencesi, sevgisi, zorluğu, burnumuzu yere milyon kez sürtmesi, küçücük bir öpücük ile bile mutlu edebilmesi ile güzel nasıl olsa. Enerjim var, soluğum var, sedam var... 

Valla doğru dedin şimdi bak. Bu çocuk niye karaladı dediğini duydum önce, sonra da "doğru ya, finaller yaklaştı" dedin dudaklarından okudum. Aynen öyle be hacı... İşte o yüzden böyle sohbet ediyorum kendi kendime görünüp sizinle. 
Kamp dönemi başlar. 5 hazirana kadar yokum... Kendime durum belirleyip, kendimi "dışarda" yaptıktan sonra, "ders çalışıyor, ellemeyin!!!" yazısını ekleyeceğim. 

Ha bir de salı tatil bu arada. (19.05.2009) ANGELS and DEAMONS bizi bekliyor o gün. 

Haydi gelin içelim beaa... Ama içkiler sizden.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Şiir-Hatları Vapuru

Hani giderdik ya kavağa,
Güneşin altında yana yana,
Yemiştik hani midye tava,
Vapur beklerken ayakta...


İşte böyle birşey anadolu kavağında kalabalık bir insan ordusunun arasına karışıp gezinmek... 
Beyin mi sulanıyor ne?

14 Mayıs 2009 Perşembe

Bıdı bıdı etme ne olur, yaz senin de olur...

Ne bu sohbet havası? 
Nerden esti birden bu rüzgarlar, bu bulutlar nerden geldi ki şimdi?
Kim dedi açsın bu güneş diye?
Neden yağmur çiseliyor ki kafamın üzerinde?

Herkes bir dertte, herkesin derdi kendine. Ama herkesin derdi herkes ile. Herkesin derdi çevresindekilerin üzerinde. 

"İnsansız hayat" yapılsın kardeşim! -bu sözü değiştirerek çaldım ama ha "o" söylemiş ha ben, iç rahatlığı ile çalmak da pek zevkli be-

Karışık yav burası, dağılmış gene içerisi. Kim dağıttı ki anlamadım. Onu geç, kimin dağıttığının bir önemi yok tabi ama neden dağıldı ki burası gece gece? ben mi yeni gördüm? uykusuzluk mu vurdu? yorgunluk mu bastı? Kimsin oğlum sen?

peeeh geldiler gene sağlı sollu ortalar ile altı pasa kadar indiler... vururlarsa gol olur ama aut...

Cumartesi gelir, hoş gelir, ley limi ley... 
Kavağa giden vapur gelir hey gidi hey

Farkındasınız değilmi, iki satırda bir konu değişikliği olması durumunun verdiği garipsenmesi gereken doğal karmaşanın yarattığı etkileşime gelen tepkileşimi... 
Çok pis saçmalarım yani. Hayvan gibi hemde...
Yav satır atlmaktan sıkıldım ama entıra basmaktan usanmadım. Biri bana konu bulsun diyeceğim ama sana ne leeynn dicem sonra olmayacak.
Siz en iyisi okumayın bu yazıyı derim ben. ne bir edebi yanı var, ne bir katkısı, ne de anlattığı herhangi birşeyi... Bildiğin salak salak karalamak diyoruz biz buna bizim köyde. Sizin köy nerde?
tamam lan tamam kestim yazmayı!

Hepiniz "çüksüz maymun" olun emi...

7 Mayıs 2009 Perşembe

Kendine Has Bir Çekiciliği Var...

"kendine has bir çekiciliği olan hatun" ve "genel geçer güzel" olarak ikiye bölmek ve üzerinde bölücülük yapasım geldi gece gece kadınlar üzerine. zaten ne zamandır yazı da yazmadım. geleni dökeyim he dostlar? 

ilk olarak şuna bakalım:
genel geçer güzel kadın nedir? 
bu kadın varya bu, her erkeğin "of lan taş gibi hatun" dediği -her erkek olmasın ya da çoğu diyelim biz ona- böyle "angeline jolie", "adriana lima" tadında hatunlardır. her erkek hayal etse de bundan bir adet, hayalde bırakır. bulması imkansız sayılır zira. 

"kendine has bir çekiciliği olan hatun" ise çok daha farklıdır. bence çok daha güzeldir de çoğu konuda bu tip. öncelikle herkes beğenmez. herkes beğenmediği için kıskançlık konusunda bir nebze rahat olunabilir. bu hatunda bir hava vardır, bazı erkekleri çeker. mesela sizi... ama en yakın arkadaşınız "ya oğlum yapma ya, ayşe daha güzel be, baksana lan götü kocaman" diyebilir. ama siz, "oğlum öle deme be, kendine has bir çekiciliği var, tamam adriana lima değil ama güzel be" denir... yani tam sevgili olunasıdır bu hatun. herkes beğenmediği için kıskançlık durumları bir nebze düşük tutulur. siz beğenmişsinizdir ve seversiniz rahatça. 

halbuki adriana ile olsanız, onu sevebilecek misiniz gönülden ey erkek cinsi? zor be koşum. severim lan deme. nesini seveceğini herkes biliyor. ona aşk denmiyor şehvet var hani bildin mi? 

neyse, bu kendine has çekicliği olan hatun'ların çoğunda da en önemli detay, size göre sıcak olmalırıdır ayrıca. davranışları falan çok tatlı görünür göze genellikle. bir düşünün yav, hepinizin hayatında bu tip bir bayan vardır, olmuştur... olur. 

ben derim ki bu tip'e siz dikkat kesilin de elinizden kaçırmayın fırsat olursa. yoksa adriana gelmez kolay kolay. ha öylesi gelirse ne ala diyelim isteyene. Ben almayayım, alana da mani olmayayım. 

uzun lafın kısası, her yerde, herkese göre "taş gibi hatun" yerine, her yerde ama size göre "taş gibisi" daha iyidir. 
bence öyle yani. 

değil mi?

3 Mayıs 2009 Pazar

Mavi Kız

...kaptan denize o kadar bağlıydı ki, bir balığa benziyordu artık kişiliği. Yüzde sekseni denizde geçen bir ömrün de zaten farklı bir halde olmasını kimse beklemiyordu.
Karaya ya iş için ya da gemisine malzeme almak için inerdi. Rahat edemezdi sudan uzaklaşınca. Evinden, memleketinden uzak kalırdı o anlarda. İçinde hep bir rahatsızlık gezinir dururdu.
Bu gün de öyle bir gün idi kaptan için. İstanbula, haliç girişe demirlemişti gemisini. Karaköy açıklarında idi... Aylar süren akdeniz macerasının arıdından gelmişti aslen doğduğu topraklara. Anadolu toprakları üzerinde doğmuş, fetih ile artık İstanbulun her yanı Osmanlı olunca daha rahat bir halde gidip geliyordu buraya. Gemisine, mavi kız'ına gerekli bakımı yaptırıp, malzemeleri alıp tekrar yola koyulmak istiyordu. Bir iş bulmamıştı şimdilik ama elbet birileri çıkardı makul bir altın karşılığında işini yaptıracak...
.....
Kaptan gemisine dönmek için yola koyulmuşken, yanından geçen at arabası hemen arkasında durdu. İçinden şık giyimli bir adam inmişti o an. Ve işte sonucunun ne olacağı belli olmayan, denizler üzerindeki riskleri ile tatlı bir iş daha yaklaşıyordu....
....
Kaptan ertesi sabah güneşin kamarasına dalgalı girişi ile yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı. Martı sesleri eliyordu bol bol, yer yer çanlar çalıyordu kiliselerde ve bazı gemilerde. Liman her sabah ayrı bir telaş içinde olurdu. Sabah ezanından sonra limandan ayrılan gemiler ile yeni gelenler... Apayrı bir huzur idi İstanbulda uyanmak. Kız kulesinin bir penceresinden yansıyan güneş ışınlarının göz kamaştırması gözü yormaz, bir enerji katardı...



(bu yazı, mavi kız adlı kitap denememden kısa bir parça)

13 Nisan 2009 Pazartesi

Antistar 2

öncelikle diyeceğim şudur ki, bu yazıdan önce gidin, "antistar" başlıklı yazımı bulun okuyun, sonra buna geri dönün. tavsiyedir, uymasanız da olur.

Vapurda dinlemesi bambaşkadır bu şarkıyı. Hele de hava hafif bulutlu, bulutların arasından sızan güneş ışınları mevcutsa inanın tadından yenmiyor. Vapur yirmi dakikada varmasın, şöyle bir iki saat daha dolansın, o iki saat boyunca durmadan dinlerim bu şarkıyı şerefsizim ben diyorum yani, o derece...
tapacağım yeminlen bu şarkıya o olacak sonunda, biri alsın elimden. Vapura binmek istiyorum kardeşim sırf bunu dinlemek için gece gece...
hayır, tamam evde de dinleniyor adam gibi, hatta evde son seste dinlemenin tadı da bambaşka ama vapurda kulaklığı kulaklara bastırmak sureti ile alınan o bas ve tiz ses oranı ile denizi, havayı ve istanbulu seyredip, o tadı damaklarda hissetmek...
allahım sana geliyorum!!

9 Nisan 2009 Perşembe

Hanimiş Tatilimiz?

tatilimsi günler... küçük bir kamp tarihi... mangal keyfinin yanında yudumlanan rakı ve aşkın doğadaki doğallığı.
Bahar tatili adı altına saklanmış zaman akıntısı... küçük küçük tutkuların doldurduğu büyük boşluklar... 

Doğa ile iç içe bir tatil yapmanın zevki bambaşka. Sevdiklerinizle birlikte gittiğiniz bir kamp alanı, temiz hava, güneş, deniz ve eğlence.
ah ah, ilk fırsatta "vınn"... 
mangal işi benim! 
mangal yakmak falan ayrı bir zevk zaten, tadı farklı. köfteler, tavuklar pişerken yudumlanan rakı, yanda salata hazırlığı... hafif bir esinti yüzüne vuran, buram buram is kokan t-shirt... 
güzel güzel. 

karavana atla, doldur, bas gaza, kuzeye... ormanlara, denize... 
kuş sesleri arasında, biraz börtü böcek eşliğinde...

tek gerekenin güzel bir hava ile boş vakit olması da güzel tabi... 
ha bir de en az 10tl kamp ücreti.

tatil yapalım, kamp yapalım, eğlenelim, gezelim, coşalım, köylere uğrayalım!!

27 Mart 2009 Cuma

Güneşli Bir Yağmur Akşamı

sessiz sedasız bir odanın içinde, dışarda yağan yağmura rağmen bir yerlerde var olan güneşin sıcaklığı ile oturmanın yarattığı ilginç bir koku vardı. Evet koku... Böyle bir manzara koku yayar mı? yayıyor. hemde tanıdık, bilindik bir koku. her insanın hayatında defalarca tattığı bir tat bırakıyor üstelik damakta.
yağmur yağıyor yan çatıya ve üzerindeki martılar kıpırdamadan duruyor öylece, "geçse de şu yağmur uçsak" diye düşünüyorlar gibi görünüyorlar. biraz bıkkın, biraz dinlenmiş... Yoksa böylemiyiz biz de? martı misali? Bıktık, evet! ama bu bıkkınlık ile dinleniyorsak? biraz dinlensek? devam etsek?
yağmur hızlanıyor üstelik artık. Martılar da dayanamadılar. uçtular bu havaya rağmen sığınacakları bir köşeye. Ama güneş de var uzakta. Üstelik akşam akşam... Uçalım bizde, sığınacak bir köşe bulalım. Yağmur dinsin, ay tepeye çıksın, yıldızlar göz kırpsın, güneş tokat atsın...
ağaçlar sallanıyor, belliki rüzgar hızlandı şimdi de. yağmur biraz yavaşlar gibi oldu zaten. Kafamı çıkarsam camdan dışarı ıslanır mıyım çok? ıslansam ne olacak ki gerçi... boş işler bunlar.
karga geldi tam karşıma iyi mi?! martıların yarattığı boşluktan yararlanıp çatının yönetimini eline aldı kurnaz yaratık. üstelik bana bakıyor. yağmur durdu bu arada biliyor musun... güneş çıktı akşam akşam.
hayat ne garip değil mi? vapurlar, martılar falan...
sesi sedası çıkan, bağıran bir oda lazım bana. biraz gürültülü, ama huzurlu...
aşk yüklü belki.
Kokusu gitsin artık şu havanın. Özlediğim koku ile dolsun içerisi.
biraz uyku için, yaşamak için lazım.

güneşli bir havada, yağmur altında bir akşam yemeğine ne dersin?

26 Mart 2009 Perşembe

Windows 7

Şu an için beta versiyonu ile bilgisayarlarımıza girebilen, microsoft'un elinden çıkan yeni sistem.
Öncelikle şunu söyleyeyim ki, görünüm olarak vista ile kardeş, yazılım olarak Xp tadında ama daha hızlı çalışmakta.
Yani vista fiyaskosu üzerine microsoft yaptığı en iyi işletim sistemi olan XP'nin ötesine bu sefer geçebilecek gibi durmakta.
Minimum gereksinimlerini göstereyim önce:
1 ghz 32-bit or 64-bit processor
1 gb of system memory
16 gb of available disk space
support for directx 9 graphics with 128 mb memory
dvd-r/w drive
internet access


Bunlara bakınca bile aslında vista gibi aşırı bir açlığı olmadığı görülebiliyor. Korkmayın burdaki rakamlardan en azından. Vista kullanan biri iseniz, %100 bunu rahat rahat kullanıp, çalıştırabilecek bir makinaya zaten sahipsiniz demektir. Üstelik yabancılık çekmeden daha iyi bir sisteme sahip olacaksınız.

Ha şimdi ben neden Windows reklamı yapıyorum? Para mı alıyorum? tabi ki hayır. Beta versiyonunu gerçekten beğendiğim için. Hatırlarım, lise yıllarıma yeni başlıyordum ki microsoft XP denen bir sistem çıkardı. 98'den daha iyi, daha karizmatik, daha kullanışlı olduğunu falan duyurmuştu. İlkkez bir internet kafe'de rastlamıştım XP'ye ve çok sevmiştim o zaman. O gün bir heyecan oluşmuştu, "oğlum lan süpermiş bu xp be... 3.1 bile kullandığım günleri anımsadım da, harbi baya değişmiş."...
Şimdi benzeri oldu desem yeri. Vista nerde, Windows 7 nerde... dağlar kadar fark yaratılmış arada.
bakalım tam sürümü gelince ne olacak. Xp'yi geçebilecek mi yoksa, sadece vistanın geliştirilmişi olarak mı kalacak...

20 Mart 2009 Cuma

Buyur?

bit kıtlık dönemi, bir kriz ortamı. Ama ekonomik değil, duygusal belkide. eksiklik ya da açlık bu konuda... birşeylere.
özlenen tatlar, lezzetler. beklenen ortamlar...
yazılara da yansıyamayan şeyler. yazma hevesi gelmiyor insanın, hiç birşeye hevesi olmayınca. pardon, çok acımasız oldu bu. çoğu şeye hevesi olmayınca demek daha doğru.
"bilgi içerikli entry" döşemenin, uzun uzun yazmanın tadı ama farklı yollarda. "böl ve yönet!". kişinin kendisi için de geçerli. problemleri böl ve çöz... bilgisayarcı olarak bu öğretiliyor zaten bizlere.
yav canlarım, hayat zor falan geçin bu ayakları. her insan zor olana göre hazırlar kendini. Zor olanı başarır. Kolay gelince afallarsınız, kolay şeyler ile karşılaşınca ne yapacağını şaşır insan... oluyor böyle. olacak...

ammaaann be yaaavvv...
hadi koşalım, coşalım.

he unutmadan. yaz gelsin be artık. ısınsın havalar. t-shirt ile çıkayım dışarı sadece...

6 Mart 2009 Cuma

World Of GOO!!


"2d boy" adlı elemanın elinden çıkan, muhteşem zeka oyunu. bu kadar zevkli, bu kadar tatlı, bu kadar eğlenceli bir zeka ve beceri oyunu daha görmedim ben bilgisayarlar için. kesinlikle herkesin, her yaştan insanın oynaması şart!

http://www.worldofgoo.com/

bunun dışında hayatınızda dinleyebileceğiniz en kaliteli oyun müziklerine de sahiptir.
soundtrackleri de;
http://www.mininova.org/tor/2199329
adresinden edinebilirsiniz.

kesin oynayın, kesin dinleyin. !!!kaçirmayin!!!

http://goofans.com/

İsterseniz Mininova.org adresinden torrent halini bulmanız kolay. Rapidshare'da da vardır ama ona bakmadım.

2 Mart 2009 Pazartesi

Hayat Dolu Bir Gülümseyişin Tablosu

küçük bir gülücük, tiz bir kahkaha geldi kulaklara içerden. mutfakta hoş kokulu bir ortam, dışarda hava hafif kararmışken, bir anda neşe dolu, hayat dolu, umut dolu bir ses kapladı.
elindekileri, o an yaptıklarını, hatta o an düşündükleri herşeyi orada bırakıp içeri koştular önce. sesin geldiği yere. Kulak kabarttılar sessizce ilerleyerek gelen sesin dağılmasından korkar biçimde. O sesin dağılmaması için bir ömür harcayacaklarının farkındalığı ile...
Girdiler odaya, karanlıktı biraz, hoş bir koku vardı, saflık kokuyordu, temizlik, tazelik, güzellik, aşk... ve o an ses bir daha yankılandı evin içinde. tiz bir çığlık ile birleşen, içten gelen bir kahkaha. ve peşine duyulan "çat-çat" efektli bir şeylerin tahtaya çarpma sesi. 
perdeleri açtı önce odaya girenlerden bir tanesi, diğeri sese yöneldi. bembeyaz bir yatak, bembeyaz kenarlıkları olan. ve en önemlisi içinde hayatın anlamını saklayan bir yatak. 
baba'nın perdeleri açmasının ardından anne kucağına aldı yavrusunu. hafif terlemiş, az saçlı kafasına koydu şefkat dolu busesini. bir anne için muhteşem bir sarılma, bir baba için muhteşem bir tablo...
bebek ellerini sallıyordu şuursuzca, mutluluk içinde. bazı bazı o eller anneye vuruyordu  ve her vuruşta anne bir öpücük daha konduruyordu bebeğine. babanın bir zamanlar aşık olduğu koku, şimdi diğer aşkına huzur katıyordu, koruyordu. ve bebek bir kez daha kahkaha attı babaya baktığında. Bakışları sanki boş gibi dursa da tanıyor, görüyor, biliyor ve anlıyordu herşeyi bebek. o tiz kahkahası çiftin hayatları boyunca duydukları en güzel ezgi olacaktı kulaklarında kalan... 
ve baba aldı kucağına bebeğini. anne mutfağa doğru yönelirken peşinden ilerledi baba ve kızı. 
mutfakta artık dünyanın en güzel tablosu vardı. mutlu bir aile tablosu. 
tabi bir de uyanınca altına yapan bir bebek... 
temizlik de babaya kaldı.

16 Şubat 2009 Pazartesi

Amerikan Kapitalizmi

amerikan iç savaşı'nın sonrasında, özellikle 1900'lü yılların başında gücünü kat be kat arttırmaya başlayan sistemdir. iç savaşıda özgür kalıp, işçi sınıfını oluşturan zenciler, yahudiler, sarılar ve kızılderililerin kullanması ile büyümeye başlamıştı. wasp(white anglosakson protestan) bu sistemin en büyük özelliği idi. ingiliz kökenli "yerli beyaz amerikalı"lar dışında kalan her insan, beyaz-zenci ya da sarı farketmeden işçi sınıfına yönlendirilip eziliyorlardı.

1900'lerin başında özellikle özgürlüklerine kavuşup daha zorlu bir hayata geçen zencilerin elinden oy haklarıda alındıktan sonra, fabrikalarda çalışmaya, tarlalarda çalışmaya devam ettiler. ancak toprak ve fabrika sahibi burjuvalar bu şekilde, yani günde 16 saat ve haftada 6 gün çalıştırılan işçiler ayaklanmasın diye bir çok oyun oynadılar. bu dönemde asi zencileri, yaşadıkları kasabaların şerifleri ve adamları, yani devletin adamları ku klux klan'ı oluştururak en yakın ağaçlara asıp, evlerini ateşe vermeye ve zencileri bastırmaya başlamışlardı. ertesi gün de aynı şerif ve adamları cinayeti kimin işlediğini bulma sözü ile zencileri koruduklarını açıklamakta idi. ancak cinayetler her zaman faili meçhul kalacaktı...

daha sonra zenciler ellerindeki tek imkanı kullanarak güney eyaletlerden kalkıp, batı eyaletlere doğru göçe başladılar ve kendi kasabalarını kurdular. sırf zencilerden oluşan kasabalar, mahalleler oluşunca beyazların onları ezmesi, daha doğrusu kesip biçmesi zorlaştı. ancak hala zenciler fabrikaların en önemli işçi sınıfını oluşturmakta idi.

fakat zamanla, özellikle 1907 yılında doğu avrupadan göç etmeye başlayan avrupalılar sadece o yıl içinde 1.3 milyon insan olup, muhteşem bir işçi sınıfı imkanı olarak abd'ye akın etmişti. böylece fabrika sahipleri yavaş yavaş kurulan sendikaların yaptığı grevleride bu işçi sınıfı ile kırıyordu. bu yüzden de göç almayı her zaman kabul etmiştir bu sistem. bu göçlerin en büyük özelliği bu ağır dönemlerde etnik mahalleler oluşturması idi. zenciler, yahudiler, çinliler, katolikler, ortodokslar ve italyanlar...

zenci olmanın avantajları sadece zenci mahallelerinde geçerli idi. eğer doğu avrupa göçmeni iseniz limanlarda daha şanslı idiniz. eğer italyan kökenli iseniz, sokak gangsterliği ya da the godfather'ın çıkış noktası olan sistemi yaratıp mafya olup new yorkta yaşamanız daha kolaydı.

bunların dışında abd'nin bu güne gelmesinin en büyük nedeni tüm ülkede bulunan, inanılmaz büyüklükteki demir rezervleri. amerika on yıllar boyunca sadece bu demir madenlerinden demir çıkardı. bütün zenciler ve çinli göçmenleri bu madenlerde çalıştırıyorlardı. madenlerin hemen yanına maden sahipleri kasaba kurup, madende çalışacak insanların ev kiralamasını sağlıyor ve kendilerine ekstra gelir yolu açıyorlardı. bu sayede çalışan kesimin eline aslında hiç para geçmiyor, toprak-maden-mülk sahibi beyaz adam ise kendi parası ile ekstra para kazanıyordu. abd biriken bu demir stokunu ise çok akıllıca harcamaya başlamıştı 1900'lerin başında. ilk olarak gelişen batı şehirlerine, en baştada bir sürü maden ve fabrika sahibi david rockefeller'ın bir sürü fabrika açıp, gökdelenler inşaa etmesi ile yeni bir dönem açılmıştı. gösteriş pazarlayıp, göç çekip, işçi sınıfı yaratmak. yani amerikan rüyası denen şey rüya değil, hipnoz yöntemi olup, abd'nin kapitalist burjuvalarına işçi sınıfı yaratmaktı. abd elindeki demir ile kimsenin aklına hayaline sığmayan büyüklükte gökdelenler inşaa edip bir çok da iş ortamı yaratmış, bu iş ortamlarını çektiği göçlerle doldurmuştur. yani gökdelenler de aslında kapitalist sistemin en büyük kozu idi.

ayrıca o dönemde, bu kadar ezilmeye karşı sendikalar kurulmuştu ancak sendika kurmak hem zor, hemde çoğu eyalette yasal bile değildi. bu durumda işçi ve köylü kesimi tek savunan kalıyordu. (bkz: sosyalist parti)
abd burjuvazisinin en korktuğu şeylerden biri etnik kesimlerin farkının yavaş yavaş eriyip, birbirleri ile anlaşma içine girip baş kaldırması idi. ve bunu sosyalist parti sağlamaya başlamıştı. ayrıca doğu avrupadan göçe eden halk sosyalizmi daha çok tanıdığı için de amerikada sosyalizm bir anda güçlenmeye başlamıştı. ancak kapitalist düzen ilk olarak başları kesmeye başlayarak bu direnişi durdurmayı başardı.

bu konuda en büyük olay 1912 de başlayan ve 8 ay süren grevler idi. abd'de ki tüm sendika ve işçiler sosyalist partinin de desteği ile greve gittiler. bu grevin en büyük finansmanı ise sovyet rusya'dır. bu grev amerikan kapitalizmine en büyük darbelerden biridir. işçi sınıfının ise en büyük kazancıdır. 8 aylık grev sonunda bir çok sendika başkanı faili meçhul cinayetler ile öldürüldü ya da tutuklandı. ancak sonunda kazanan işçiler oldu ve bu grev ile haftalık sadece 8.43 dolarlık gelirlerine %10'luk zam alabildiler.

bu grev ve olaylardan sonra amerikan kapitalizmi yön değiştirmeye, nüfusun çok küçük bir kısmını oluşturan zengin kısmı büyütmeye ve sayısını arttırmaya başladı. ve abd kapitalist sistemi günümüzün de en büyük sistemlerinden, en güçlü sistemlerinden biri haline gelip, 1900'lerden önce dünyanın liderli olan ingiltere, daha doğrusu britanya krallığının elinden alıp, dünyadaki hegemon devlet haline geçti abd.

Amerikan İç Savaşı

baştan aşağı kapitalist düzenin ihtiyaçları için başlatılmış olan, ancak zencilere özgürlük adı altında dünyaya ve halka sunulan savaş. endüstri olarak gelişen kuzey eyaletleri ile tarımsal açıdan güçlü güney eyaletleri arasında geçmiştir. bu durumdan dolayı kuzeyde sermaye ve para, güneyde ise toprak vardı. 

güney eyaletleri richmond'u başkent ilan edip, washington yönetiminden çıkıp bir konfederasyon kurmuşlardı. tek istedikleri sorunsuz işleyen afrikalı köle-toprak sahibi beyaz adam ilişkisinin bozulmaması, feodal düzenin yıkılmaması idi. güney eyaletleri afrikadan köle alıp tarlalarında çalıştırıyorlardı. köleler ise karın tokluğuna toprak sahibi ile yaşıyor, geçim derdi yaşamıyordu. 

kuzey ise endüstriyel olarak hızla büyüyor ve insan gücüne ihtiyaç duyup, işçi sınıfını yaratması ve bu sınıfı genişletip doldurması gerekiyordu. önceleri beyazlar içşi olarak çalışırken, kuzey bunun yetersiz olduğunu ve beyazları kullanmak yerine zencileri işçi yapmanın daha karlı ve yararlı olacağını görüp, güneydeki köle zencilerin özgürlük kazanması gerektiğini söyleyerek 1860'da savaş açtı. 

güneyin bir milyon askerlik ordusuna, kuzey bir buçuk milyon askerlik ordusu ile karşılık verecekti. ama kuzeyin en büyük gücü endüstriyel ordusu idi. yani ellerinde teknolojik olarak daha üstün silahlar bulunuyordu. bunun en büyük örneği makinalı tüfeklerin atası olan mitralyöz idi. ancak ilk yıl güney ordusu kuzey ordusunu ağır bozgunlara uğratmış, savaşta üstün taraf olarak görünmüştü. fakat sonraki yıllarda kuzey ordusunun silah gelişimine yetişemeyen güney savaşta güçsüz taraf haline gelmişti. ayrıca kuzeyin insan gücü, ordudaki asker sayısı üstünlüğüde büyük bir avantajı olmuştu. 

1865'te güney ordusu daha fazla dayanamayıp savaştan çekilmiş ve kuzeyin galibiyeti ile sonuçlanmıştı. bu savaşın en önemli özelliği o dönem başkan olan abraham lincoln'ün zencilere özgürlüklerini vermesi olarak görülür. ancak gerçekler bu kadar basit değil tabi. 

bu savaşın ardından kuzeydeki güçlü burjuva sınıfı kuzey topraklarınıda paylaşmaya başlamıştı. ve siyahları bu sefer paralı olarak, işçi olarak, köylü olarak çalıştırmaya başlamışlardı. bu durum zenciler için aslında daha kötü bir durum olarak görünmekte idi çünkü zenciler; toprak sahibi beyaz adamdan toprak kiralamak zorunda, kiraladığı toprağa yakın ev kiralamak zorunda, toprağı işlemek için alet edavat kiralamak zorunda idi. yani para kazanmak için beyaz adama para dökmesi gerekiyordu ve asla kar edemiyordu. çünkü toprak sahibi beyazlar muhasebe defterlerinin gizli tutulması konusunda anlaşmış ve böylece zencilerin üretip sattıkları tarım ürünlerinin piyasa değerlerini öğrenmemesini sağlamışlardı. ayrıca bu duruma karşı çıkmasınlar diye zencilerin oy kullanma haklarıda bir kaç sene içinde ellerinden alınmıştı. 

amerikan iç savaşı, amerikan kapitalizmi'nin büyümesinde ve abd'nin dünya devi olmasındaki en büyük sebeplerden, temellerden biridir.

devamı için "amerikan kapitalizmi"ni okuyun...

13 Şubat 2009 Cuma

Zodiac


Jack the ripper(karın deşen Jack)'dan sonra gelen, efsaneleşmiş olan seri katil. Sebebi ise asla yakalanamamış olan ikinci seri katil olması.
David Fincher'ın 2007 de çektiği filminde odağıdır. Zaten film Zodiac'ın biyografisidir ve Zodiac'a en çok yaklaşmış olan, onu yakaladığını düşünmüş olan robert graysmith'in yazdığı zodiac adlı kitaptan uyarlamadır.
Bu kitap zodiac adlı katili anlatan, tüm dosyaların incelenip yazıldığı ve polisin bile artık incelemediği yıllarda davanın peşini bırakmamış bir karikatürist tarafından yazılmıştır.
Film'de, olaylar da ilgi çekici.
Film güzel ve izlenesi. David Fincher'ın kötü film çekmediği bilinen bir gerçek. Ancak bu filmi iyi yapan şey ne oyunculuk, ne yönetmenin başarısı... Tamamen hikayenin gerçekliği. aslına bakarsanız belki de david fincher'in en kötü filmi bu olabilir. Ama Zodiac öyle bir olay ki...

gelelim zodiac adlı katile. Bu arada filme dair bir çok "spoiler" içerebilir bu yazı ona göre...
İlk olarak 1969 yılında cinayet işlemiş bu adam. ve işlediği her cinayetten sonra polisi arayıp "bu cinayeti ben işledim, gidin şurada şu cesetler var" demiştir. gene 1969'da zodiac gazetelere mektup göndermeye başlamıştır. Olaylar san francisco'da geçmektedir ki bu adam amerikan tarihi için tektir. Zodiac her kim ise hem psikopat, hem de ünlü olmaktan hoşlanan biridir.
Zodiac 1972'den sonra cinayetlerinde düşüş gözlemlenmiş, bir süre sonra durmuştur. Zaman geçtikte SFPD(san francisco police department) olayla ilgilenmemeye başlamıştır. Ancak Zodiac olayı ile ilgili bir çok makale hazırlayan, bu olay ile çok fazla ilgilenen gazeteci Paul Avery bir çok kanıt ve olay ortaya çıkartmıştır. Aynı gazetede çalışan karikatürist robert graysmith'de Paul avery ile bu olaylara dikkat kesilmiş ancak o dönemde üzerine gidememiştir.
Fakat paul'un kariyeri batmış, polis olayı soruşturmayı bırakmışken robert üzerine gitmeye başlamış ve zodiac davasından sorumlu dedektif David Toschi'nin bir numaralı şüphelisi olan adamın zodiac olduğuna dair bir sürü kanıt bulmuştur ve 1984'te Zodiac olduğunu düşündüğü adamı görmüştür. 1991'de ise Zodiax'ın 1969'da vurduğu ama öldürmeyi unuttuğu Mike Mageau, Robert ve David'in zodiac olduğunu iddia ettikleri adamın zodiac olduğunu teşhis etmiştir. ancak bir süre sonra Zodiac olduğu iddia edilen kişi kalp krizi yüzünden ölmüştür.
2002'ye gelindiğinde ise DNA uyuşmazlığı sebebi ile iddia edilen kişinin zodiac olup olmadığı konusu bir kez daha şüpheli haline dönmüş ve gerçek zodiac'ın kim olduğu asla bulunamamıştır.

6 Şubat 2009 Cuma

Changeling

eğer duygusal bir insansanız, izlerken kesinlikle yanınızda peçetenizi bulundurun. çünkü ağlayacaksınız.
bir annenin oğluna olan sevgisi, onu kaybetse bile yaşadıkları... umut. hiç kaybolmayan bir umut. ve bir annenin oğluna olan bağı. ruhsal bağı.

angelina jolie'nin gerçekten inanılmaz bir performans gösterdiği filmdir. bir an için film değil de gerçekten oğlunu kaybetti diye düşündürecek kadar muhteşem oynamış rolünü. anneliği gerçekten iyi öğrenmiş ve rolünde çok iyi kullanmış.
zaten filmin galasında verdiği röportajda, "filmde kaybolan oğlum yerine, kendi öz oğullarımı koyarak oynadım. o anı yaşadım" demiştir ve bunu kanıtlıyor. o yaşayarak oynarken bizlerede yaşattı.

film gerçek bir olaydan senaryolaştırılmış. 1928'in los angeles'inde lapd'nin yozlaşmışlığı, bir seri katil ve aslında bir değil, tam 20 acılı anne. 20 çocuğu sebepsiz yere öldüren bir adamın, bunlardan 3 ü teşhis edilebilmiş, idama giden sonu.

ayrıca clint eastwood'da ne kadar kaliteli bir yönetmen olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. bazı anlarda oyuncularda oluşan mimikleri yarattırması... hayranlık uyandırıyor. o kadar gerçekçiydi ki...

kesinlikle ve kesinlikle izlenmesi gereken film. ama tekrar söylüyorum, film izlerken ağlama gibi bir durumunuz varsa, duygusal biriyseniz peçetenizi alın.

----spoiler----
-o çocuk bana daha önce elimde olmayan birşey verdi
+nedir o?
-umut!
----spoiler----

bir de filmde 1935 yılındaki oscar'ı alan filmi öğreniyorsunuz.
(bkz: it happened one night)

5 Şubat 2009 Perşembe

The Pursuit Of Happyness


Ülkemizde "umudunu kaybetme" adı ile gösterime giren, başrolde will smith ve öz oğlunun oynadığı, azimli bir baba ve oğluna dair gerçek bir hikaye. amerikanın en büyük broker firmalarından Gardner Rich'in sahibi Chris Gardner'ın hikayesi...

Tıbbi malzeme satıp hayatını kazanmaya çalışan bir baba'nın, zamanla satış yapamayıp karısının onu terk ettiği dünyasında, hayatının en önemli varlığı olan oğlu ile azimli hayat savaşı.

kesinlikle her erkeğin, baba adayının izlemesi gereken bir film. Azimli olmanın, bir şeyi hedefleyip sadece onun için herşeyi yapmanın önemini ve bir o kadar da zorluğunu gösteren film. 
Kazanan bir erkek, en azından bu filmdeki gibi azmetmeli ve çabalamalıdır hayatındaki "önemliler" için.

Ayrıca will smith'de çok güzel oynamıştır üzerine aldığı karakteri. Kesinlikle kaliteli bir oyunculuk çıkarmış olmasına rağmen 2007 oscar ödüllerine en iyi erkek oyuncu dalında aday olmuş ama kazanamamıştır.
Üstelik filmde gerçek oğlu ile oynaması da pek hoş bir enstantane yaratmıştır. 

----spoiler----
Bir şeyi ilk kez yapmakla, ikinci kez yapmak arasında fark vardır
----spoiler----



The Curious Case Of Benjamin Button


Son dönemde beyaz perde üzerine düşen en güzel ışık demeti. Kulağa gelen en yumuşak sözler. Teni titreten en hasas dokunuşlar...

David Fincher'ın ellerinden çıkan bir başyapıt adayı. 5 yaşında bir yaşlı çocuk, 5 yaşında bir kız... 

efsaneleşebilecek derecede güzel bir yapıt. söyleyecek kelime bulamıyorum şu an, ancak anlatılacak o kadar çok şey var ki filme dair. hayata dair belkide. içe işleyeceği kesin. ve bir kereden fazla izlenmesi gerektiğini de düşünüyorum kesinlikle. 

ayrıca brad pitt'in bir röportajında, "bu rol hayatımı değiştirdi neredeyse, hayata dair bakış açıma yeni şeyler kattı ve artık nelere daha çok zaman ayırıp, neleri önemsemem gerektiğini daha iyi biliyorum" demişti. doğru demiş. o oynayarak, biz izleyerek...

hayatınıza bir şeyler katıyor bu film. herkes kendine göre bir parça yakalayabilir ve ekleyebilir yaşantısına. bu küçük düğmeler ile ilikleyebilir hayatının bazı kısımlarını.

hayat karşımıza ne çıkarır, bilemeyiz. Herşey olabilir... 

----spoiler----
bazı insanlar nehir kıyısında oturmak için doğar,
bazılarını yıldırım çarpar,
bazılarının müzik kulağı vardır,
bazıları sanatçıdır,
bazıları yüzer,
bazıları düğmelerden anlar,
bazıları shakespeare'i bilir,
bazıları annedir,
ve bazı insanlar dans eder.
----spoiler----

3 Şubat 2009 Salı

Sebep?

Bir insanın hayalleri, onun yaşama verdiği değerle orantılı gibidir. Ve hayalleri onun yaşam sevinci olur.
Hayallerinden oluşan anları tattığı zaman, dünyanın en leziz yemeğini, en güzel manzarısını izlerken, kulağına gelen en güzel müzik tınısı ile, yanında en sevdiği varken yiyormuş gibi olur. Ve o anları sevdiği yaratabiliyorsa, sevdiği ona hayallerini sunabiliyorsa narince, sevmek için milyonlarca sebebi var oluverir. Ellerini tutmak ya da sarılmak değil sevme sebebi. Olmamalı. Gözlerinin içine saatlerce bakabilmek ve içerde kendini görebilmek, kendini hayallerine sarılırken görebilmek. İki taraf da birbirinin hayallerini birbirlerine sunabiliyorlarsa, asla kelimele ihtiyaç duymadan, sadece gözlerinin içindeki o paha biçilemez parıltıdır sevmelerinin sebebi. Delicesi aşk da işte bununla bağlanıyor insanın kalbine. Hayallerini o'nunla yaşamanın düşü. Hayallerin kırılganlığını, hayalleri koruyup, en güzel şekilde sunabilecek olanı sevmek. Sevmenin sebebi yoktur denir geçiştirmek için ama var. Hayallerimiz var ve hayalleri tek başına yaşamanın anlamı yok...
Seviyorum; çünkü hayallerimi yaşıyorum.
Seviyorum; çünkü hayallerimi paylaşıyorum.
Seviyorum; çünkü hayalim ile birlikteyim...

30 Ocak 2009 Cuma

Pis çocuk delirdi mi?

içime kim doldurdu bu kum torbalarını bir türlü kavrayamadım. Siperler kazılmış, takılıp düşüyorum içlerine. Üzerime havan topları yağıyor ama, kan yok sadece biraz acı. Tabi arada uçuşan toprak parçlarının gözüme gözüme girmesini saymıyorum. Girseler de bir etkisi yok zira. Nasılsa görecek bir şey görmedim son baktığımdan beri bu yana ileri...
hakikatten o kum torbaları nerden geldi ki şimdi? hemde bir adam boyunda. arasında kurşun da geçiyor. bari iyi koysaydınız.
güldüm bak. valla. Koydunuz zaten. ben de iyi koysaydınız diyorum... peeh.
bıraktım abicim, cidden bıraktım ya. nerden çıktı bu sahne ki şimdi? ellerimde ne vardı? neyi kokluyordum en son?
sistem geri yükleme var mıydı? yoktu değil mi... üzüldüm bak şimdi.
ne diyordum ben? anlamaya çalıştığım ne? ya da anlamaya çalıştığım?
aman boşver, düşünme gene.
bak yarın cumartesi!
hatırlıyorsun değil mi günleri falan? zaman kavramın duruyor yerinde?
gözlerimin önünde kum torbaları... uykusuzluk koymuş sanırım oraya. öyle olmalı yani. mantık öyle diyor.

eksiğim bir cuma gecesinde. cumartesinin hevesiyle tutunuyorum yarına. dünün acısını taşıyorum sırtımda.

pis çocuk. ne bu tırnaklar... gene kafanı kaşıdın değil mi?

ballı maymuncuk kaybeden oldu mu? açması gereken bir kaç kapı yok muydu? kapılar neden kayboldu ki birden?
ya kapının ardındaki sesler? ya o insanın içine dolan tatlı, taze, kurabiye kokusu?

gene mi çizdi yoksa ellerini. döveceğim ama artık.

kumtorbası demiştim değil mi?
alaka işte.
boşver.

28 Ocak 2009 Çarşamba

Antistar

"antistar" kelimelerin yetmediği yerde başlar, sonsuzluğa uzanır. 8.18 dk'lik süre boyunca kendinden geçmiş deney faresi gibi hisseder duygularınız, bir o yana, bir bu yana sürüklenir. içinizde kalan tüm gizli saklı hisleri bile çıkartır, atar dışarı. buruş buruş kağıtlar gibi yapıp çöpe atar sizi arada. sonra alır dümdüz edip, üzerinize en güzel hikayenizi yazar, sonra yakar bu sefer... muhteşem ya. nasıl bir beden, nasıl bir akıl, nasıl bir ruh hali yapar ki bunu. bunu yapan cidden insan olamaz... al loop'a durmadan dinle, durma, sakın bitmesine izin verme. o düşüşlerde düş, yükselişlerde çık, sonra yere vur, sonra en yükseğe zıpla. tüm gücünü, tüm enerjini emmesine izin ver. ve gözlerini kapa...

şarkı'nın yanında duygular tabi bunları yazdıran. bastırılan duygular. Baskıya dayanamayip içimizde patlayan, soyutluktan çıkıp somut hasarlar veren anlar...
basit bir öğrenim yaşantısının insanın hayatına bu kadar büyük bir yük olması ne acı... ne büyük zorluk.
Kaldım anasını satayım, ölüm yok ya sonunda. Ama var işte... bu şekilde devam edersem benim için var... Stres çağın hastalığı. Sıçtı bedenime...
ve elimde kalan tek dal var sanki hayata bağlandığım. "iyi ki varsın" dediğim. yok yok olmaz böyle. bu sıkıntıyı geçip yaşama dönmek lazım.
ama önce biraz daha antistar almalıyım.
sonra gelsin büyük gün, büyük olay...
he bir de tek bir proje yüzünden b- beklenen derse de F verilmez ki anasını satayım... yapmayın.

dinliyorum, kendimden geçiyorum. kulaklıklarımı taktım, hafifçe bastırıyorum. tam olarka kulağımı kapattıklarında kendi sesimi bile duymuyorum. Düşüncelerim dağılıyor, inişlerde düşüyorum, çıkışlarda en tepedeyim...
kulağımda sanki bir sonarın sesi, beynimde kendimi arıyorum. yok kendimi değil, başka birşey. biraz cesaret belki...

Sorumluluklarım var. başarmam lazım.
bizim için... kendim için.

19 Ocak 2009 Pazartesi

Yazamadık madem bahane çıkartalım

yazasım var, yazamıyorum... Ne mi oldu? Mutluyum. ne olsun. Mutlu olunca yazamam ben tamam mı ?!!

Tuttuğum eller, dokunduğum yanaklar, öptüğüm dudak, sarıldığım beden... hayallerim, gerçeklerim, geleceğim, tüm bir yaşantım... sevmek güzel, sevildiğinde ise kelimeler yetmez...

bir de şu finaller olmasa... Ya da varlar madem, kolay olsalar.